11 Ekim 2025

Nebi Muhammed Devre Dışı Bırakılmaz!

ile aydinorhon

Kardeşim, bazen “Kur’an yeter” dediğimizde bazı çevreler hemen “O halde Nebi Muhammed’i devre dışı mı bırakıyorsunuz?” diyerek bir savunma refleksi gösterir. Oysa bu cümle, yanlış anlaşılmaya çok açık olsa da özünde son derece doğru bir ifadedir. Çünkü “Kur’an yeter” demek, Nebi Muhammed’i dışlamak değil; tam aksine, onun en çok istediği şeye sadık kalmaktır. Zira o, Allah’tan başka hiçbir kaynağa yönelmememizi, sadece vahye uymamızı öğütlemiştir. Kur’an’ı anlamaya çalışan bir insan, zaten Nebi Muhammed’i tanımaya başlar. Çünkü Nebisiz hiçbir kitap inmemiştir, Kur’an da onunla birlikte indirilmiştir. Nebi Muhammed olmasaydı, Kur’an da olmazdı.

Rabbimiz bu gerçeği açıkça bildiriyor: “Biz, Nûh’a ve ondan sonra gelen nebilere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a da Zebur vermiştik. Daha önce kıssalarını sana anlattığımız resuller gönderdik; anlatmadığımız nice resuller de gönderdik. Allah, Musa ile de doğrudan konuştu.” (Nisâ 4:163-164).

Bu ayet, Nebi Muhammed’in aynı vahiy zincirinin bir halkası olduğunu, onun da diğer elçiler gibi Allah’tan mesaj aldığını ortaya koyar. Bu vahyin sürekliliği, her elçinin aynı öz mesajı taşıdığını gösterir: Allah’tan başka ilah yoktur, yalnız O’na kulluk edilir. Dolayısıyla “Kur’an yeter” dediğimizde, Nebi Muhammed’i dışlamış değil, bilakis onun misyonunu anlamış oluruz. Çünkü onun tüm çabası, insanların Allah’ın vahyine yönelmesi içindi.

Ne var ki zamanla insanlar iki uç arasında savrulmuştur. Bir kesim, “O öldü, görevi bitti” diyerek Nebi Muhammed’i itibarsızlaştırır. Diğer kesimse tam tersine, onu aşırı yüceltip Allah’a ortak eder. Oysa doğrusu her iki tasavvuru da devreden çıkarmaktır. Bizim ölçümüz, rivayetlerin oluşturduğu yapay “nebi” figürü değil; Kur’an’ın bize tanıttığı Nebi Muhammed olmalıdır.

Kur’an bize onun kim olduğunu, neye davet ettiğini, nasıl bir hayat sürdüğünü zaten anlatıyor. Onu tanımak için hadis kitaplarına değil, Allah’ın kelamına bakmak yeterlidir. Çünkü orada hem Nebi’nin insani yönü, hem elçi olarak görevi en sade haliyle anlatılmıştır.

Sünnet kavramı da bu noktada sıkça yanlış anlaşılır. Sünnet, vahyin uygulamaya geçirilmiş hâlidir. Yani Kur’an’daki emir ve yasakların pratikteki karşılığıdır. Ancak tarih boyunca “sünnet” adı altında Nebi’nin kişisel tercihleri dine katılmıştır. Örneğin sakal bırakmak, misvak kullanmak, sarık sarmak gibi Arap kültürüne ait davranışlar dinle özdeşleştirilmiştir. Oysa bunlar bireysel tercihlerdir. Kur’an’da karşılığı olmayan hiçbir eylem “sünnet” değildir.

Unutmamak gerekir ki Nebi Muhammed de kendi döneminin insanıydı. O dönemde herkes benzer kıyafetler giyerdi. Ebu Cehil de, Ebu Leheb de aynı şekilde giyinirdi. Dolayısıyla “sünnet” olarak bize düşen, Muhammed’in kıyafetini, yemeğini, saçını değil; Kur’an’a olan teslimiyetini, adaletini, merhametini, sabrını örnek almaktır.

Nebi Muhammed, yaşadığı toplumda büyük dönüşümler gerçekleştirdi. Kadınların bir meta gibi alınıp satıldığı bir çağda, eşlerine karşı adaletli davranarak onlara saygı gösterdi. Kız çocuklarının diri diri gömüldüğü bir dönemde, kızını sırtına alıp sokaklarda gezdirdi. İşte örnek alınması gereken sünnet budur.

Ama bazıları, onun terini, tükürüğünü, idrarını, cinsel gücünü kutsal hale getirip neredeyse “dokunulmaz” bir varlığa dönüştürdü. Oysa Allah Kur’an’da, “Ben de sizin gibi bir insanım” (Fussilet 41:6) diyerek bu tür yaklaşımları reddetmiştir.

Misvak örneği de bu açıdan güzel bir semboldür. Nebi Muhammed döneminde diş temizliği için misvak kullanılırdı. Evet, doğrudur; o günün şartlarında bu mantıklı bir tercihti. Ama bugün aynı Nebi yaşasaydı, diş fırçası ve macunu varken misvak mı kullanırdı? Elbette hayır. Öyleyse bizim çıkaracağımız ders, “misvak kullanmak” değil, “diş temizliğine önem vermek”tir. Bir profesörün anlattığı bir olay vardı: Bazı camilerin kapısına misvaklar iple bağlanmış, herkes aynı misvakla dişlerini temizliyormuş! Bu, dinin özünü kavrayamamaktır. Düşünmeden taklit etmenin vardığı nokta işte budur.

Rabbimiz, “Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ 4:80) buyurur. O halde “Resul’e itaat” etmek demek, onun getirdiği vahye uymaktır. Nebi Muhammed artık aramızda değil, ama Resul hâlâ aramızda; çünkü o Resul, Kur’an’dır. Kur’an, yaşayan elçidir. Nebi öldü, ama Resul görevine devam ediyor. Allah’ın kelamı hâlâ bize sesleniyor.

Kur’an, Resul Muhammed’in kendi ağzından bunu birçok ayette teyit eder:
“Kur’an’la cihad et.” (Furkan 25:52)
“Dinimi yalnızca Kur’an’dan öğrendim.” (Sebe 34:50)
“Yalnız Allah’a davet ederim.” (Yusuf 12:108)
“Bana değil, Allah’a kul olun derim.” (Âl-i İmrân 3:79)
“Dine hiçbir şey katmam.” (Zümer 39:14)
“Duamı yalnız Allah’a has kılarım.” (Neml 27:80 — bağlamla uyumlu şekilde 27:91 olarak okunabilir)
“Hüküm koyucu yalnız Allah’tır.” (Yusuf 12:40)
“Davetime karşılık hiçbir ücret istemem.” (Sad 38:86)
“Yalnızca bana vahyedilene uyarım.” (A’râf 7:203)
“Ben ancak vahiy ile uyarırım.” (Enbiyâ 21:45)

Bu ayetlerde Nebi Muhammed’in duruşu son derece nettir: O, kendi sözünü değil, Allah’ın sözünü iletmiştir. Dine hiçbir şey eklememiş, Allah’a ortak koşmamış, Kur’an dışına çıkmamıştır.

O hâlde bizler de onu örnek almak istiyorsak, onun gibi yapmalıyız: Kur’an’a sarılmalı, yalnız Allah’a yönelmeli, rivayetleri değil ayetleri esas almalıyız. Onun yolu, Kur’an yoludur. Onun sünneti, vahyin yaşama dönüşmüş halidir.

Nebi Muhammed devre dışı bırakılamaz; çünkü o Kur’an’ın içindedir. Kur’an’ı anlamak, onu anlamaktır. Onu anlamak da ancak Kur’an’la mümkündür. Elçimizi yüceltmenin en doğru yolu, onun getirdiği Kitab’a sıkı sıkıya sarılmaktır.

Sözümdeki doğrular Allah’ın, yanlışlar ise benimdir.      Aydın Orhon
aydinorhon.com